"İÇİMDEKİ ZONGULDAK" YAZARI İRFAN YALÇIN'I KAYBETTİK...

İRFAN YALÇIN KİMDİR?

İrfan Yalçın, 23 Nisan 1934 yılında Zonguldak'ta doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi, Adana, Çarşamba ve Zonguldak'ta liselerde on yıl süren öğretmenliğin ardından İstanbul'da bir kitabevi açtı.
Şiirler, hikayeler, eleştiriler yazdı, daha çok romanlarıyla tanındı bu dalda ödüller aldı.
Şiir, hikâye, eleştiri alanlarında ürün verse de romanda yoğunlaştı. Milliyet Yayınları 1974 Roman Yarışması’nda Pansiyon Huzur’la ikincilik ödülüne değer görüldü. 1978’de Genelevde Yas, 1979’da Ölümün Ağzı, 1980’de Fareyi Öldürmek, 1983’te Büyük Soytarı, 1991’de Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi, 1995’te Annem, Babam ve Ben adlı romanları yayınlandı. Ölümün Ağzı’yla 1980 TDK Roman Ödülü’nü, Yorgun Sevda ile 2009 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü kazandı. 2008’de yayımlanan “İçimdeki Zonguldak”, yazarın yaşam penceresinden bu kentin öyküsüdür. 1985 yılında yönetmenliğini Sinan Çetin'in yaptığı bol ödüllü film 14 Numara İrfan Yalçın'ın Genelevde Yas kitabından uyarlandı.
1985'te Köyceğiz'e yerleşti ve Zonguldak'la ilgili anılarını makale haline getirmeye devam etti...

Zonguldak Nostalji
29 Haziran 2024

……..

Çocukluğumu süsleyen en diri özlemlerden biriydi o, gün gelecek, okula gidecektim ablam gibi bende! Onu her sabah önlüğünü giyip çantasını eline alıp okula giderken görmüyor muydum, içim gidiyor, kıskanıyordum. “ Ben ne zaman gideceğim?” diye soruyordum anneme ya da babama. Sora sora bıktırmıştım ki, yanıt alamaz olmuştum sonunda. Duymuyorlardı sanki; bakışları, tavırları öyleydi.  Umudum söner gibiydi ki, geldi o altın gün. Zonguldak’ın tek fotoğrafçısı Foto Baysal’ın dar, karanlık merdivenlerinden el ele çıkarken babamla, içime ışık yağıyordu sevinçten.

Namık Kemal İlkokulu’ndaki ilk günümde, beni en çok şaşırtan orta yaşlı kadın öğretmenim oldu, annem gibi değildi gözleri; gözleri güzel bakmıyordu, korkutuyordu.  Benimle konuşurken sesinden beyazlar fışkıran annem neredeydi, o nerde! Ders anlatırken bile, “Döverim seni ha”, vardı sesinde, yanlış bakıyordu. Çabuk öfkeleniyor, öfkelendi mi kapkara kesiliyordu.

Şimdi düşünüyorum da, “Onlar öyleydi”, diyorum. “Osmanlı eğitim geleneğiyle çitilenmişlerdi, bağırıp çağırmayı, dayağı kısa yoldan sonuca vardıracak bir yöntem olarak benimsemişler, içlerinde sevgi de olsa sevgisiz görünmeyi daha yararlı bulmuşlardı. “Yok muydu öyle olmayanlar? Vardı ama azdı. Sözgelimi, sıra arkadaşımın aynı okulda öğretmen olan annesi, ablamın öğretmeni öğrencilerle aralarında çiçekli bir yol kurabilmiş öğretmenlerdi bence. Ama ya benimki, 

benim öğretmenim?

Beni bir gün o dövdü.

Ama çok fena dövdü.

Tahta cetvelle parmaklarımın ucundan doğru dövdü.

O kadar uzun dövdü ki, sanki yıllarca dövdü.

Öyle bir ev ödevi vermiştim ki, evlere şenlik, onun için dövdü.

Babamdı soruları yanıtlayan oysa ben değil.

Babamı döveceğine beni dövdü.

Diyecektim tam, dilimin ucuna geldi, sanki nutkum tutuldu.

“babam yaptı ödevi, ben değil”, diyemedim.

Deseydim çağırır, babamı da döverdi belki!

Doğrusu ya beni çok fena dövdü.

Tahta cetvelle parmaklarımın ucundan doğru dövdü.

Yüreğimin tam ortasında doğru dövdü.

Yıllar geçti, unutmadım;

Nerde, ne zaman tahta cetvel görsem

Sızım sızım sızladı parmak uçlarım.

1940’lı yıllarda Mithat Paşa Mahallesi’nin üç ilkokulu var. Gazi, Namık kemal, Mithat Paşa. Ablamla gittiğimiz Mithat Paşa İlkokulu yıkık dökük ahşap bir yapı. Osmanlı’dan kalma beklide. Ön yüzü sonradan yapılan gibi güneye değil, batıya bakıyordu. Hemen aşağısındaki Gazi İlkokulu’nun ve az yukarıda, Amele Birliği Hastanesi’nin altındaki Mithat Paşa İlkokulu’nun yapıları yeniydi o zaman daha. Ama bizimki bir “ucube”, bir karabasan, Alfred Hitchcock’un korku filmlerinden fırlamış gibi! Yerler tahta, bastıkça gıcırdıyor. Durmadan mazotluyorlar ve ben durmadan hastalanıyorum; mazot kokusu soluğumu tıkıyor. Delik deşik her yer, dışarıdan çok içeride esiyor gibi rüzgar! Soba yanıyor sınıflarda kışın; çekmiyor bir türlü, tütüyor. Bilemiyorum ne yapacağımı;  mazot kokusu gibi soluğumu tıkıyor duman da. Ama en dayanılmazı, kızlarınkine bitişik erkek tuvaleti; üstte dar bir aralık var,  sesler geliyor oradan; hep ışıklı ve temiz; geçerken görünüyor. Beş altı kabini var erkek tuvaletinin; hiç birinde ışık yok, ampuller yanmış, takılmamış yenisi. Yola bakan küçük bir pencereden solgun bir ışık sızıyor, o kadar.

Doğrusu şu ya,

Çiş yapmak orda

Fedailik bir şeydi biraz,

Küçük kolaydı da, büyük zordu çok,

Öyle az buz değil, mangal kadar yürek isterdi.

Çok sıkışıp

Birkaç kez girişimde bulunmadım değil yine de ben.

Ama hepsinde tepeleme bir yığıntı

Ve gözlerimin içine

“Ne işim var bizim evde senin?” der gibi bakan

Nah kedi kadar bir kemeyle karşılaştım.

Tabi attım kapağı dışarı hemen,

Hiçbir iz ve “eser” bırakmadan!

Vali Yardımcıları Turgut Subaşı ve Mehmet Türk’ün tayini çıktı Vali Yardımcıları Turgut Subaşı ve Mehmet Türk’ün tayini çıktı

Söylüyordum o kadar da, annem de, babam da aldırmıyorlardı. Başka çocuklar da söylüyor olmalıydı kendi ana-babalarına elbet; onlar da aynı dertten acı içindeydi.  Ama o yıllar öyle yıllardı, korku vardı. Bir devlet kurumuna girilip bir şey söylenemezdi, yakınılamazdı. Devlet büyük, yurttaş küçüktü; Behçet Necatigil’in dediği gibi, “Hep korku çiçekleri oldu saklılarımızı süsleyen”.

Kim ne derse desin, olacağı belliydi önceden; ne kadar tutmaya çalışsam da, tutamadım bir gün; doldurdum! Bu kadar me yalnız? Korktum, utandım, ne yapacağımı bilemedim. Ama sonra buldum; eve gitmeliydim ne yapıp yapıp. Adımlarımı sayar gibi öğrencilere ayakkabısındaki çamurlar gibi bakan öğretmenime gittim. Kurmuştum kafamda ne diyeceğimi, ama onu görünce unuttum. Hristiyan ikonlarında çarmıha gerilmiş İsa’nın yüzü gibiydi yüzüm ki, “Ne var?” dedi.”hasta mısın?” Başımı salladım. “Git eve hadi!” dedi. Sevindim o durumdayken bile; ya “demeseydi’ git”?

Bir İngiliz buluşu olan Golf pantolonu, İngilizlerin golf oynarken giydiği bir pantolon olsa da, İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu işlevini yitirip bütün dünyaya yayılmış, golf oyunuyla uzaktan yakından bir ilgisi kalmamış, kentleri bombalarken Alman uçakları, korkudan donuna doldurmanın en uygun pantolonu olmuştu belki de! Kendimden biliyorum bunu en iyi! Geniş iki bacağının paçaları lastikle sımsıkı büzülü bu pantolon, Zonguldak’ta da yaygındı o yıllarda ve golf pantolonluydum ben o gün. Okuldan çıkıp “dökülmesin” diye ağır ağır yürüyerek bu günkü İstanbul Pastanesi’nin karşısındaki berber Sabri’nin  –düz, boyalı saçları omuzlarına inen; orda burda şıpıdak terliklerle dolaşan; pelerinimsi siyah bir paltoyu ya da ceketi giymeyip omuzlarına atan; yüzündeki kefen beyazlığı hiç bitmeyen ve biraz eski bir “nonoş’u andıran-- dükkanının önüne geliyorum ki, yere “bir şey” düşüyor;  paçamdan. Dönüp bakıyorum; ta kendisi! Gören olup olmadığını gözlüyorum durum; yok. Ateş Eczanesi köşesini dönüp yokuşu tırmanıp eve geldiğimde, korkulu gözlerle bakıyor annem görünce beni şaşırıyor. “ Ne var? Noldu? Hastamı sın?

Şaşırmanın nolduğunu,

Az sonra anlayacaktı annem;

Almamıştı daha kokuyu,

 Ne de olsa golf pantolonuydu üstümdeki;

Ser verip sır vermiyordu hemen öyle.

Ama titretip burnunu şöyle bir,

Yaklaşınca bana biraz annem,

Aldı kokuyu o saat ve anladı meseleyi.

Ve yüzü cehenneme döndü birden.

Hemen her gün evde ben,

Kemeleri anlatırken kıs kıs gülen,

Söylediklerim kendine şaka gelen annem,

Ağlıyordu artık dizlerine vura vura,

“Bu nasıl çile güzel Allahım?” diye,

“Nasıl temizlerim bunu ben?”

Bir anlar yığınının altında kalmış gibiyim, güzeli de var çirkini de kuşkusuz. Ama kendim için büyük şansızlık saydığım bir iki şey var ki, yorulur gibi oluyorum düşündükçe; kemeli bir ilkokulla, gülümsemeyi bilmeyen bir öğretmen, yalnız okul sevincini değil, yaşama sevincini de örselediler belki!

…….

İrfan Yalçın (2008-İçimdeki Zonguldak)

İRFAN YALÇIN KİMDİR?

Yazar ve çevirmen olan İrfan Yalçın, 23 Nisan 1934'te Zonguldak'ta doğdu. 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Fransızca öğretmenliği yaptı. 1972 yılında öğretmenlikten ayrılarak İstanbul’da bir kitabevi açtı ve Z Yayınevi'ni kurup yönetti. Varlık ve Türk Dili dergilerinde yayımladığı şiir, öykü ve çeviri yazılarından sonra, bir süre yazın yaşamına ara verdi. 1959 yılından itibaren hikâye, eleştiri ve çevirileri Varlık, Türk Dili, Soyut, Gelecek, Yeditepe ve Yansıma dergilerinde yayımlandı. Yeni Dergi’nin 1968 yılında açtığı bir yarışmada “İnce Memet” eleştirisiyle ikincilik, Milliyet Yayınları 1974 Roman Yarışması'nda Pansiyon Huzur (1975) romanıyla ikincilik ve Ölümün Ağzı (1979) romanıyla 1980 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü kazandı. Tiyatro oyunları da yazdı. Pansiyon Huzur ve Fareyi Öldürmek adlı romanları sahneye uyarlandı. Ölümün Ağzı adlı eseri Rusçaya çevrilerek yayımlandı. Genelevde Yas adlı romanı filme uyarlandı. Yalçın, 29 Haziran 2024 tarihinde hayatını kaybetti.

Kaynak: Bülten