Değerli okurlarım; İstanbulda mühendislik öğrencisi olduğum yıllardan birinde, çok ilginç bir olay yaşadım. Bu olayın hikayesini ve o yılların yaşam koşullarını, sizlerin de ilginç bulacağını düşünerek, aşağıda ilgi ve beğeninize sunuyorum.
Şimdiki adı Yıldız Teknik Üniversitesi olan İstanbul Yıldız Yüksek Teknik Okulunda, 1962-1967 yılları arasında geçen öğrencilik yıllarımda, bazı hafta sonları, İstanbulun değişik semtlerindeki akraba ve köylülerimi ziyarete giderdim. Bu ziyaretlerim, köyden dönüşlerde getirdiğim haber, mektup ve küçük köy hediyelerini, birçoğu İstanbulun farklı uzak köşelerinde olan sahiplerine ulaştırmak için de olurdu.
1966 yılının bir hafta sonunda, Bakırköy Bahçelievlerde oturan bir yakınımı ziyarete gitmiştim. O yıllar, Yıldızdan yeni oluşmakta olan Bahçelievlere ulaşmak için iki-üç vasıta değiştirmek, duraklarda beklemek ve aynı zamanda (İncirli Kavşağında indikten sonra) bir kilometre kadar da yürümek; en az iki saati yollarda geçirmek gerekiyordu.
O gidişimin akşam dönüşünde, biraz geç kalma ve duraklarda fazla bekleme gibi nedenlerle gece yarısı, saat yarıma yaklaşırken, ancak Beyazıttaki (İstanbul Üniversitesi kapısı karşısındaki) ana otobüs durağına ulaşabilmiştim. Çok tenhalaşmış olan durakta üç-beş kişi bulunuyordu. Aradan geçen yarım saat gibi bir zaman içinde, gelen bir-iki otobüsle onların da gitmesi ile durakta sadece ben kalmıştım. (İstanbulda, o yıllarda ve o saatlerde, özellikle hafta sonlarında, duraklardan ancak Beşiktaş, Eminönü, Taksim gibi ana merkezlere son seferini yapan otobüsler geçerdi)
Benim beklediğim Beşiktaş istikametine bir otobüsün gelmemesi nedeniyle, zaman ilerledikçe huzursuzluğum artıyordu. Bu huzursuzluğun yüzüme de yansıdığını sandığım bir zamanda çok gösterişli bir özel otomobil durağa yanaştı ve önümde durdu. Otomobilde yalnız olan şoför, sağ camı indirdi ve bana nereye gittiğimi sordu. Sevinçle Beşiktaşa diye cevaplandırdım. (Zira Beşiktaşa ulaşabilirsem kendimi birkaç kilometre ilerideki Yıldıza ulaşmış sayıyordum) Atla demesi üzerine, sevinçle, hemen, İyi akşamlar diyerek arka koltuğa oturdum. Otomobilin içi de (yetersiz ışığa rağmen) dışı gibi çok etkileyici güzellikte görünüyordu. Otomobili kullanan ise, arkadan ve dikiz aynasından görebildiğim kadarı ile 30-40 yaşlarında, saçı-sakalı birbirine karışmış, oldukça esmer, uzun boylu, kara-kuru birisi görünümündeydi.
Bu görünümü, kullandığı otomobil ile hiç uyuşmuyordu. Konuşmadan, dikiz aynasından tebessümle birbirimize bakarak birkaç dakika ilerledik. Onun bu uyumsuz durumu, gecenin bu geç vaktinde, İstanbul gibi bir yerde, bu görünümde birisinin arabasına binmek bende tedirginlik, korku, merak gibi karışık duygulara neden olmuştu. Zira bu görünümde birisinin, böyle bir arabada şoför olarak çalışabileceğine bile ihtimal veremiyordum.
Eminönüne doğru yaklaştığımızda, bana bakarak, ne iş yaptığımı ve nereli olduğumu sordu. Yıldız Mühendis Mektebinde son sınıf öğrencisi ve Karabüklü olduğumu söyledim. O da Ya öyle mi? Demek mühendis olacaksın. Karabüklüsün, işçilerin, emekçilerin kentindensin. Güzel sözleriyle karşılık verdi. Ardından yine dikiz aynasından bakarak, Yıldız Mühendis Mektebinin nerede olduğunu ve nerede kaldığımı sordu. Kendisine okulumuzun Yıldızda Barbaros Bulvarı üzerinde olduğunu ve okul yurdunda kaldığımı söyledim. Ardından da, Yıldız Mühendis Mektebini herkes bilir. Herhalde İstanbulun yabancısısınız dedim. Aslen Adanalıyım, ama İstanbulun da yabancısı sayılmam. Araba kullanırken etrafa pek bakmam diye cevap verdi.
Aramızda geçen bu konuşmalarla kendisine güvenim artsa da, bu kez de konuşmaları ile görünüşü arasındaki uyumsuzluğa takıldım. Kafamda, Adanalı olduğuna göre, herhalde babası toprak ağası, zengin, araba da babasının arabası, İstanbulda baba parası yiyor gibi düşünceler dolaşmaya başladı.
Bu duygular içinde ilerlerken, Beşiktaşa geldik. Barbaros Bulvarına döndük. Yine dikiz aynasından bana bakarak, Okula geldiğimizde bana söylersin dedi. Az sonra da okula sapan yol ayrımına geldik. Kendisine yol sapağını göstererek inebileceğimi söyledim. Ancak o beni indirmedi. Sapaktan saparak, yol bitene kadar, okul binalarının arasındaki parke taşlı meydana kadar devam etti ve durdu.
Otomobilden tam inmeye hazırlanırken, yurda giden yolu sordu ve gösterdiğim istikamette yine devam etti. 80-100 metre ilerideki yurt binasının önüne geldik. Kendisine çok teşekkür ederek otomobilden indim. Bu arada yurtta çay-kahve içilebilecek bir yerimizin olduğunu ve bir çayımı-kahvemi alırsa çok memnun kalacağımı söyledim. Tamam, arkadaş diyerek teklifimi kabul etti ve otomobilden indi.
Otomobilden tam inmesi ile kendisini ve arabayı daha iyi görebildim. Çıplak ayaklarında sandalet, bacağında keten pantolon, üstünde kısa kollu, desenli bir gömlek olan uzun boylu ince yapılı, esmer, kıvırcık saçlı, bakımsız sakallı (Güneydoğulu inşaat işçisi görünümünde) 35-40 yaşlarında birisiydi, bu kişi.
Bu kez de gecenin bu geç vaktinde, bu görünüşte birisinin arabasına binmemin ve birlikte görünmenin tedirginliği ile yurt girişindeki, öğrencilerin Külhan adını verdiği çay-kahve içilen yere geldik. Külhan yurdun gece bekçileri tarafından işletilmesine göz yumulan, birkaç kırık dökük mefruşatla oluşturulmuş çok fakir görünümlü büyükçe bir odaydı. Yurdun banyo kazanının sıcaklığı ile ısındığı için öğrenciler Külhan adını takmışlardı. (Bir odada 50-100 öğrencinin kaldığı, ısıtma sisteminin olmadığı bir yurtta başka nasıl olabilirdi ki?)
İçeriye girdiğimizde, uzunca bir sehpanın bir ucunda iki öğrenci satranç oynuyor, iki-üç öğrenci de onları dikkatle izliyordu. Biz de kendilerine, İyi akşamlar diyerek, satranç oynayanlara seyirci mesafesinde bir yere karşılıklı oturduk. Tanımadığım misafirim ve kendim için, görevli bekçiye, arzusu üzerine, iki kahve söyledim.
Kahvenin gelmesini beklerken, bulunduğumuz yer ve yurt hakkında misafirime bilgi verdim. Ancak çok merak etmeme rağmen adını sormak ve kendimi tanıtmak aklıma gelmedi; o da bir şey söylemedi. Az sonra kahvelerimiz de geldi. Bu arada satranç oynayanlar ve seyircileri kendilerini oyuna fazla kaptırmış olmalılar ki, bizlerin pek farkında olmadılar, ilgi de göstermediler.
Misafirim kahvesini bitirip, tam kalkmak üzereyken, aralarında bir konuyu konuşup tartışarak 5-6 kişiden oluşan bir öğrenci grubu da Külhana girdi. (Herhalde, aralarında, gecenin o saatinde kapının önünde gördükleri, hiç görmeye alışkın olmadıkları otomobilin niçin geldiğini ve kime ait olabileceğini konuşuyorlardı!)
Gelen grubun içinde, okulun Talebe Cemiyeti Başkanı olan Sait Bülbül adlı öğrenci de vardı. İçeriye girer girmez, kendisi ve yanındakiler misafirimi karşılarında görünce, önceden iyi tanıdıkları bir kimse ile beklemedik bir yerde ve zamanda karşılaşmış olmanın şaşkınlığı ve heyecanıyla, kendisine, Hoş geldin dediler. Buraya yolunun nasıl düştüğünü sordular. İkramda bulunmak istediler.
Ancak, misafirim beni işaret ederek, Kardeşimizle geldim. Kahvelerimizi de içtik sözleriyle kendilerine teşekkürle karşılık verdi. Misafirimin beni göstermesi üzerine, gruptan bazı öğrenciler bana bakarak, Nereden tanıyorsun? Nasıl oldu? anlamına gelecek işaretler yapınca, ben de aynı şekilde kaş-göz, omuz işaretleri ile tanımadığım anlamında işaretlerle cevap vermeye çalıştım. Ortam değişince, oyuncu grubu da oyunu bıraktı; ilgi seline katıldı. Bir anda Külhanın havası değişti. Kalabalık bir anda arttı.
Bu ortamda, hala kim olduğunu öğrenemediğim misafirimle öğrenciler arasında yapılan birkaç dakikalık görüşmeden sonra, misafirim, saatin geç olduğunu belirterek izin istedi. Benden başlayarak herkesle tek tek sarılarak vedalaştı. Bu arada yeni gelenlerle 15-20 kişiyi bulan bir grup oluştu ve onu, birlikte arabasına kadar yolcu ettik.
Misafirimi, ben hariç herkesin tanıdığı anlaşılıyordu. Ben de olanlardan şaşırmış ve aptallaşmış bir durumdaydım ki, bu kez onu yolcu eden grup beni çembere aldı ve onu nereden tanıdığımı, buraya nasıl getirdiğimi sormaya başladı.
Ben de kendilerine, onu tanımadığımı ve buraya geliş şeklimizi anlattım. Onlar da, Ya Yılmaz Güneyi nasıl tanımazsın? diye hayretlerini belirttiler.
Gerçekten Yılmaz Güney, o yıllar Çirkin Kral namıyla çok meşhurdu. İyi ve çok sevilen bir aktör ve yönetmendi. Benim, o dönem yerli filmlere olan ilgisizliğim, bilgisizliğim ve dikkatsizliğim bu duruma neden olmuştu.
Bu olay, o günlerde okulda, Ya, Harita dörtten bir çocuk Yılmaz Güneyi Külhana getirmiş, duydun mu? şeklinde konuşmalara konu oldu. İlk bir-iki gün, nereden tanıdığım, nasıl olduğu sorularını, olayı anlatarak yanıtlamaya çalıştım. Ancak, tekrarlamalar sıkıcı olmaya başlayınca, daha sonraki günlerde, yarı şaka, yarı ciddi, Ya aktör olmadan önce, Adanadaki eniştemin mahalle komşusuydu vb
şeklinde cevaplarla, popüler olmanın zevkini yaşadım. Bu olay, Siz İstanbulun yabancısısınız galiba
sözleriyle mezuniyet yıllığında da yer aldı, karikatüre konu oldu. Yıllar sonra bile, bazen, beni tanıtmak için, Ya hani şu Yılmaz Güneyi Külhana getiren arkadaş sözleri ile tanıtılmama referans yapılan unutulmaz bir anı oldu.

Hatırlatma: Bilindiği üzere Yılmaz Güney, karıştığı bir cinayet olayı nedeniyle mahkum olmuş, daha sonra yurtdışına kaçmış ve 1984 yılında Fransada rahmetli olmuştu. Kendisine Allahtan rahmet diliyorum. Yukarıda anlatılan davranışı sergileyen, milyonların hayranlığını ve sevgisini kazanan, hep ezilenlerden yana olmuş bir insanın iyiliğine, iyi kalpliliğine gönülden inanıyorum.